ISSN 1305-5550 | e-ISSN 2548-0669
Göğüs-Kalp-Damar Anestezi ve Yoğun Bakım Derneği Dergisi - GKD Anest Yoğ Bak Dern Derg: 28 (3)
Cilt: 28  Sayı: 3 - 2022
DIĞER
1.
Frontmatters
Frontmatters

Sayfalar I - XII (152 kere görüntülendi)

DERLEME
2.
Yoğun Bakım Ünitesinde COVID-19 Virolojik Testlerinin Akılcı Kullanımı
Rational Use of COVID-19 Virological Tests in Intensive Care Unit
Lerzan Doğan, Ali Ağaçfidan
doi: 10.14744/GKDAD.2022.94557  Sayfalar 201 - 205 (204 kere görüntülendi)
Koronavirüs hastalığı-19 (COVID-19) pandemisi gerek tanıda gerekse asemptomatik kişilerin tespitinde mikrobiyolojik tanı yöntemlerinin vazgeçilmez olduğunu bir kez daha hatırlatmıştır. Günümüzde gerçek zamanlı revers transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu halen COVID-19 tanısı için altın standart tanı yöntemi olarak kabul edilmektedir, ancak testin doğruluğu alınan örneğin zamanlamasına ve kalitesine göre değişebilmektedir. Özellikle hastalığın ileri evrelerinde nazofarengeal veya orofarengeal sürüntü örneklerinin ya da hızlı antijen testlerinin negatif olarak sonuçlanması bu hastaların kesin olarak virüsü taşımadıkları anlamına gelmez. Ciddi sayıda COVID-19 hastasının geç dönemde yoğun bakım ve mekanik ventilasyona ihtiyacı olduğu düşünüldüğünde, nereden ve ne zaman numune alınması gerektiği iyi değerlendirilmelidir. Alt solunum yolu örneklerinde viral RNA bulma şansı üst solunum yolu örneklerine göre daha fazladır. SARS-CoV-2 ile enfekte hastaların yoğun bakım ünitesinde kullanılan virolojik tanı metodolojileri ve teknik öneri-ler bu yazıda özetlendi. Amacımız, güvenilir bir virolojik tanı için doğru zamanda doğru yerden örnek alınması gereksinimini vurgulamaktır.
The ongoing COVID-19 pandemic reminded once again that microbiological diagnostic methods are irreplaceable in both diagnosing and detecting asymptomatic persons. At present, real-time reverse transcriptase polymerase chain reaction (RT-PCR) is the gold standard method for diagnosing COVID-19, but the test’s accuracy varies in sample quality. Especially in the last stages of the disease, negative results of nasopharyngeal or oropharyngeal swab samples or rapid antigen tests do not necessarily mean that these patients do not carry the virus. Considering that a significant number of COVID-19 patients need intensive care and mechanical ventilation in the late period, which sample should be taken from where and when should be evaluated. Lower respiratory tract samples have a more significant chance of finding viral RNA than upper respiratory tract samples. Technical recommendations and the virological diagnostic methodologies and used in the intensive care unit of patients infected with SARS-CoV-2 are summarized in this article. We aimed to emphasize the need to get a sample from the right place at the right time for a reliable virological diagnosis.

ARAŞTIRMA
3.
Açık Kalp Cerrahisi Geçiren Hastalarda Kardiyopulmoner Baypas Sonrası İnterstisyel Ödem: Akciğer Ultrasonografisi ile Değerlendirilmesi
Interstitial Edema After Cardiopulmonary Bypass in Patients Undergone Cardiac Surgery Patients: Evaluation Through Lung Ultrasonography
Arife Şengel, Tülün Öztürk, Dilşad Amanvermez Senarslan, Funda Yıldırım
doi: 10.14744/GKDAD.2022.17894  Sayfalar 206 - 213 (194 kere görüntülendi)
Amaç: Çalışmanın birincil amacı, açık kalp cerrahisi sonrası interstisyel ödemi akciğer ultrasonografisi ile saptamak ve nedenlerini araştırmaktır.
Yöntem: Cerrahinin sonunda olgular iki gruba ayrıldı; grup kontrol (C) ve grup interstisyel ödem (İÖ). Grup C: İnterstisyel ödem yok, akciğer ultrasonografi (LUS) skoru <17; Grup İÖ: İnterstisyel ödem var, LUS skoru ≥17. Klinik, hemodinamik veriler ve LUS skorları başlangıçta (t0), cerrahinin sonunda (t1), cerrahi sonrası dördüncü saatte (t2), 24. saatte (t3) ve 48. saatte (t4) kaydedildi.
Bulgular: Ortalama LUS skoru, cerrahinin sonunda (t1), grup İÖ’de (n=32, %58) 20,8±4,3, grup C’de (n=23, %42) ise 16,2±3,7 idi. Serum laktat seviyesi, grup İÖ’de grup C’dekilerden anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla, 2,0±0,8, 1,6±0,8, p=0,04, p<0,02). Postoperatif dördüncü saatte (t2) LUS skorları ile başlangıçtaki santral venöz basınç (t0) değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyon vardı (r=0,27, p=0,04). Postoperatif dördüncü saatte (t2) LUS skorları ile yoğun bakımda kalış süresi arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif korelasyon vardı (r=0,35, p<0,01). Başlangıçtaki santral venöz basınç (t0) ile kardiyopulmoner bay-pas sırasındaki sıvı dengesi arasında istatistiksel olarak anlamlı negatif korelasyon bulundu (r=0,29, p=0,03).
Sonuç: İnterstisyel ödemli hastalarda başlangıçta santral venöz basınç, laktat değerleri ve yoğun bakımda kalma süreleri daha yüksekti. İnterstisyel ödemli hastalar, kardiyopulmoner baypasta sıvı dengesinde daha negatif olan hastalardı. Diyabet, renal yetmezliğin varlığı, cerrahinin tipi, ejeksiyon fraksiyonu, krosklemp süresi ve kardiyopulmoner baypas süresi, bu çalışmada pulmoner ödemle birlikte değildi. İnterstisyel akciğer ödeminin kalp cerrahisi sonrası akciğer ultrasonografi yöntemi ile değerlendirilmesi yatak başında uygulanabilmesi, noninvaziv olması ve sıvı dengesi hakkında bilgi sağlaması açısından değerlidir.
Objectives: Primary target of the study was identifying pulmonary interstitial edema (IE) with lung ultrasonography after open-heart surgery and searching the reasons of edema.
Methods: At the end of the surgery, patients divided in two groups: Group Control: No IE and lung ultrasound (LUS) Score <17. Group IE: IE, LUS score ≥17. All clinical, hemodynamic data, and LUS score were recorded at the beginning (t0), at the end of surgery (t1), at post-operative 4th h (t2), 24th (t3), and 48th h (t4).
Results: The mean LUS score of Group IE (n=32, 58%) was 20.8±4.3 and those of patients in Group C mean LUS skore (t1) of 16.2±3.7 (n=23, %42) points at the end of the surgery (t1). In Group IE, serum lactate level was higher than control group (respectively, 2.0±0.8, 1.6±0.8, p=0.04, p<0.02). There was statistically significant positive correlation between LUS scores at the postoperatively 4th h (t2) and central venous pressure (CVP) at the beginning (t0) (r=0.27 p=0.04). There was significantly positive correlation between LUS scores (t2) at the postoperatively 4th h and duration of stay in intensive care unit (ICU) (r=0.35 p<0.01). There was negative correlation between CVP at the beginning (t0) and the pump balance during cardiopulmonary by-pass (r=0.29 p=0.03).
Conclusion: The values of CVP, post-operative serum lactate levels, and the length of stay in ICU are found higher in patients with pulmonary IE. The patients with IE had more negative fluid balance in cardiopulmonary bypass (CPB). The presence of diabetes and renal failure, type of surgery, ejection fraction, duration of cross-clamp and CPB did not associated with pulmonary edema in this study. Evaluation of pulmonary IE by lung US method after open heart surgery is valuable in terms of being able to be applied at the bedside, being non-invasive, and providing information about fluid balance.

4.
Asendan Aort Cerrahisi Uygulanan Hastalarda Bölgesel Serebral Oksijen Satürasyonu (rSO2) Değişiminin Postoperatif Kognitif Disfonksiyon Üzerine Etkisi
The Effect of Cerebral Oxygen (rSO2) Exchange on Post-Operative Cognitive Dysfunction in Patients Undergoing Ascending Aortic Surgery
Pınar Yıldırım Özkan, Atakan Erkılınç, Mustafa Emre Gürcü, Nur Ürküt Baz
doi: 10.14744/GKDAD.2022.44265  Sayfalar 214 - 221 (231 kere görüntülendi)
Amaç: Çalışmanın amacı; antegrad serebral perfüzyon uygulanan asendan aort anevrizma cerrahisi yapılan hastalarda bölgesel serebral oksijen satürasyonu (rSO2) değişiminin postoperatif kognitif disfonksiyon üzerine etkisinin araştırılmasıdır.
Yöntem: Çalışmaya 18-75 yaş arası, asendan aort cerrahisi uygulanacak, en az ilkokul mezunu olan 29 hasta dahil edildi. Tüm hastalara indüksiyon öncesinde ve operasyon süresince near-infrared spektroskopi (NIRS) ile sürekli serebral oksimetri takibi yapıldı. NIRS takibinde rSO2 değerinde %20 ve üzerinde düşüşler anlamlı kabul edildi. Nörokognitif değerlendirme testleri operasyondan bir gün önce, operasyonun birinci ve yedinci günlerinde olmak üzere üç kez yapıldı. Bu amaçla, mini mental test, saat çizim testi ve görsel mekansal işlev testi kullanıldı.
Bulgular: Preoperatif rSO2 değerleri ile kardiyopulmoner baypas ve antegrad serebral perfüzyon sırasındaki rSO2 değerleri arasında anlamlı bir düşüş saptandı. Ancak Spearman korelasyon testi ile bu düşüş ve nörokognitif test sonuçları karşılaştırıldığında anlamlı bir korelasyon saptanmadı.
Sonuç: NIRS takiplerinde özellikle kardiyopulmoner baypas ve antegrad serebral perfüzyon döneminde, başlangıç değerine göre %30’luk rSO2 düşüş olmasına rağmen postoperatif kognitif işlev bozukluğu testleri ile anlamlı bir korelasyon saptanmadı. Bu sonuçlar bize NIRS monitörizasyonu sayesinde rSO2 değerlerindeki düşüşlere vaktinde ve hızlı müdahale edilmesine olanak sağladığını (antegrad serebral perfüzyon akımının artırılması) böylece optimal serebral kan akımının korunmasında faydalı olduğunu gösterdi ve postoperatif kognitif işlev bozukluğu gelişiminin önlenmesinde etkin nöromonitörizasyon yöntemi olarak kullanılabileceği sonucuna varıldı.
Objectives: The aim of the study was to investigate the effect of cerebral oxygen (rSO2) change on post-operative cognitive dysfunction in patients who underwent ascending aortic aneurysm surgery with antigrade cerebral perfusion.
Methods: Twenty-nine patients, aged between 18 and 75 years, under-going ascending aortic surgery and at least primary school graduates, were included in the study. All patients underwent continuous cerebral oximetry follow-up with NIRS before induction and throughout the operation. Decreases of 20% or more in rSO2 value in NIRS follow-up were considered significant. Neurocognitive evaluation tests were performed 3 times, 1 day before the operation, and on the 1st and 7th days of the operation. For this purpose, mini mental test, clock drawing test, and visual spatial function test were used.
Results: A significant decrease was found between pre-operative rSO2 values and rSO2 values during cardiopulmonary bypass and antigrade cerebral perfusion. However, when this decrease and neurocognitive test results were compared with the Spearman correlation test, no significant correlation was found.
Conclusion: Although there was a 30% decrease in rSO2 compared to the initial value in NIRS follow-ups, especially in the cardiopulmonary bypass and antirgrade cerebral perfusion periods, no significant correlation was detected with post-operative cognitive dysfunction tests. These results suggest that NIRS monitoring allows timely and rapid intervention to decreases in rSO2 values (increasing antigrade cerebral perfusion flow), thus it is beneficial in maintaining optimal cerebral blood flow and can be used as an effective neuromonitorization method to prevent the development of post-operative cognitive dysfunction.

5.
Kardiyak Cerrahide İntraoperatif Hiperglisemik Stres Yanıtı ve Oksijen Ekstraksiyon Oranı
Intraoperative Hyperglycemic Stress Response and Oxygen Extraction Ratio in Cardiac Surgery
Z. Aslı Demir, Eda Balcı, Hülya Yiğit Özay, Melike Kaya Bahçecitapar
doi: 10.14744/GKDAD.2022.04880  Sayfalar 222 - 228 (278 kere görüntülendi)
Amaç: Kalp cerrahisi geçiren hastaların yaklaşık %30'unda diabetes mellitus (DM) öyküsü ve DM olmayan hastaların yaklaşık %60-80'inde stres hiperglisemisi vardır. Bu da kalp cerrahisi sırasında azalmış doku perfüzyonu ile ilişkilendirilebilir. Bu çalışmada, diyabetik olmayan (NoDM) ve insüline bağımlı olmayan diyabetik hastalarda (NIDDM) stres hiperglisemisinin oksijen ekstraksiyon oranı (O2ER) üzerindeki etkisinin değerlen-dirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Bu gözlemsel çalışmada, kalp cerrahisi hastaları NoDM ve NIDDM olarak gruplandırıldı. Her iki grup için; kan şekeri, laktat seviyeleri ve hemodinamik ölçümler (arteryel basınçlar, kalp hızı, oksijen iletimi ve tüketimi, O2ER, sistemik vasküler direnç) dört intraoperatif zaman noktasında yapıldı.
Bulgular: Çalışmada 83 yetişkin hasta analiz edildi. NoDM grubunda stres hiperglisemi oranı %78 idi. O2ER açısından operasyon bitiş zamanı noktasında gruplar arasında anlamlı fark vardı. NIDDM hastaları, NoDM'li hastalardan 1,22 kat daha yüksek O2ER değerlerine sahipti.
Sonuç: Kardiyak cerrahi sırasında strese bağlı hiperglisemik yanıt, NoDM hastalarında NIDDM hastalarına göre daha şiddetliydi. Doku oksijenasyonunu yansıtan O2ER parametresi açısından, NIDDM hastaları, NoDM hastalarına göre anlamlı olarak daha yüksek O2ER değerlerine sahipti. O2ER, mikrosirkülasyon üzerindeki küçük değişikliklerin toplam sonucunu yansıttığından, kalp cerrahisi geçiren NIDDM hastalarının NoDM hastalarına kıyasla daha fazla doku oksijen talebi/sunumu dengesizliğine sahip olduğu sonucuna varılabilir.
Objectives: Approximately 30% of patients undergoing cardiac surgery have a history of diabetes mellitus (DM) and approximately 60–80% of patients without DM have stress hyperglycemia, and this may be correlated with reduced tissue perfusion during cardiac surgery. We aimed to evaluate the effect of stress hyperglycemia on oxygen extraction ratio (O2ER) in non-diabetic (NoDM) and non-insulin-dependent diabetic patients (NIDDM).
Methods: In this observational longitudinal study, cardiac surgery patients were grouped as NoDM and NIDDM. For both groups, blood glucose and lactate levels, and hemodynamic measurements (arterial pressures, heart rate, oxygen delivery and consumption, O2ER, and systemic vascular resistance) were performed at four intraoperative time points.
Results: A total of 83 consecutive adult patients were analyzed. In NoDM group, the rate of stress hyperglycemia was 78%. There was significant difference between the groups at the end of operation time point in terms of O2ER. NIDDM patients had 1.22 times higher O2ER values than those with NoDM.
Conclusion: Stress-induced hyperglycemic response during cardiac surgery was more severe in NoDM patients than in patients with NIDDM. In terms of the O2ER parameter that reflects tissue oxygenation, NIDDM patients had significantly higher O2ER values than NoDM patients. When taken into account, O2ER reflects the total outcome of small changes on microcirculation, we can highlight the conclusion that NIDDM patients undergoing cardiac surgery have greater tissue oxygen demand/supply imbalance compared to NoDM patients.

6.
Kalp Cerrahisi Sonrası Levosimendan Kullanımı: Tek Merkez Deneyimi
Levosimendan Use After Cardiac Surgery: A Single-Center Experience
Barış Timur, Zihni Mert Duman
doi: 10.14744/GKDAD.2022.79847  Sayfalar 229 - 233 (193 kere görüntülendi)
Amaç: Kardiyak cerrahi sonrası düşük kardiyak debi sendromu yüksek mortalite ile ilişkilidir. Levosimendan, düşük kalp debisi sendromunun tedavisinde faydalıdır. Bu çalışmanın amacı, literatürdeki tartışmaları göz önünde bulundurarak hastanemizde levosimendan sonuçlarını betimlemektir.
Yöntem: Bu çalışma, Kasım 2019-Şubat 2021 tarihleri arasında bir üçüncü basamak kalp cerrahisi merkezinde ameliyat sonrası levosimendan alan hastalardan elde edilen verilerin retrospektif bir analizidir. Yoğun bakım ünitesinde her hastaya levosimendan 12 mcg/kg’dan 10 dakikalık bir yükleme dozuyla başlandı, 24 saat boyunca 0,1 mcg/kg/dakikalık idame dozuyla devam edildi. Hipotansiyon geliştiğinde doz yarıya indirildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 55,87±12,322 yıl idi. Bunların 5’i (%33,3) kadındı. Hastaların 10'unun hipertansiyonu, sekizinin diabetes mellitusu, ikisinin kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve ikisinin de kronik böbrek yetmezliği vardı. Ameliyat sonrası 3 (%20) mortalite oldu. Ortalama hastanede kalış süresi 29,4±18,715 gün, ortalama yoğun bakımda kalış süresi 11,27±11,985 gün idi. Ameliyat sonrası yedi hastada akut böbrek hasarı oluşurken, bunlardan sadece ikisinde renal replasman tedavisi gerekti.
Sonuç: Levosimendan, düşük kalp debisi sendromu olan hastaların tedavisinde başarıyla kullanılabilen bir ajandır. Düşük kardiyak output sendromu gelişmeden önce yüksek riskli hastalarda cerrahi öncesi kullanılabilir.
Objectives: Low cardiac output syndrome (LCOS) after cardiac surgery is associated with high mortality. Levosimendan is beneficial in the treatment of LCOS. The aim of this study is to describe the results of levosimendan in our hospital, considering the discussions in the literature.
Methods: This was a retrospective analysis of data from patients receiving levosimendan postoperatively at a tertiary cardiac surgery center between November 2019 and February 2021. In the intensive care unit, each patient was started on levosimendan at a loading dose of 12 mcg/kg/10 min, followed by a maintenance dose of 0.1 mcg/kg/min for 24 h. The dose was halved when hypotension developed.
Results: The mean age of the patients in the study was 55.87±12.322 years. Five (33.3%) of them were female. Ten of them had hypertension, eight had diabetes mellitus, two had chronic obstructive pulmonary dis-ease, and two had chronic renal failure. Postoperatively, we had 3 mortalities (20%). Mean duration of hospital stay was 29.4±18.715 days and mean duration of intensive care stay was 11.27±11.985 days. Seven patients had acute kidney injury following the surgery, whereas only two of them needed renal replacement therapy.
Conclusion: Levosimendan is an agent that can be successfully used to treat patients with LCOS. It can be used before surgery in patients with higher risk before LCOS is developed.

7.
Pulmoner Hipertansiyonlu Mitral Kapak Hastalarında İloprost ve Nitrogliserin Etkileri
Effects of Iloprost and Nitroglycerin in Mitral Valve Patients with Pulmonary Hypertension
Mustafa Şimşek, Türkan Kudsioğlu
doi: 10.14744/GKDAD.2022.72623  Sayfalar 234 - 240 (271 kere görüntülendi)
Amaç: Pulmoner hipertansiyon özellikle mitral kapak hastalarında postoperatif dönemde prognozu belirleyen önemli faktörlerden biridir. Bu çalışmada, merkezimizde ameliyat edilecek pulmoner hipertansiyonlu mitral kapak hastalarında kardiyopulmoner baypas çıkışında uygulanan iki tedavinin (iloprost ve nitrogliserin) karşılaştırılması amaçlandı. Yöntem: Ortalama pulmoner arter basıncı ≥25 mmHg olan 60 hasta postoperatif intravenöz iloprost (Grup 1, n=30) veya intravenöz nitrogliserin (Grup 2, n=30) verilmek üzere randomize edildi. Her iki grupta tedavi öncesi ve sonrası bazal hemodinamik parametreler (kalp hızı, sistolik arter basıncı, santral venöz basınç, pulmoner arter basıncı, pulmoner kapiller uç basıncı) kaydedildi (T0). Grup 1’deki hastalara 1 ng/kg/dakikadan iloprost, grup 2’deki hastalara ise 0,5-1 µg/kg/dakikadan nitrogliserin anestezi indüksiyonundan sonra başlandı. Aynı parametreler kardiyopulmoner baypas sonrası (T1), postoperatif birinci saat (T2), postoperatif 12. saat (T3) ve postoperatif 24. saat (T4) kaydedildi.
Bulgular: Ortalama pulmoner arter basıncı, pulmoner arter sistolik ve diyastolik basıncı ve pulmoner kapiller uç basıncı karşılaştırıldı ve T0 öl-çüm zamanında gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı fark görül-medi (p>0,05). T1, T2, T3 ve T4 ölçüm süreçlerinde iloprost lehine istatistik-sel olarak anlamlı derecede basınçlar düşük bulundu (p<0,05). Sonuç: İloprost ve nitrogliserin mitral kapak cerrahisinde postoperatif dönemde görülen pulmoner hipertansiyonu tedavi edebilen iki etkili ajandır. İloprostun pulmoner yatakta daha spesifik ve anlamlı vazodila-tasyon yapması, sistemik vasküler direnci belirgin bir şekilde düşürme-den pulmoner vasküler direnci azaltması, kalp debisi ve kalp indeksinde belirgin iyileşme sağlaması, nitrogliserine oranla iloprostun daha etkili bir ajan olduğunu düşündürmektedir.
Objectives: Pulmonary hypertension (PHT) is one of the important fac-tors determining the prognosis in the postoperative period, especially in mitral valve patients. We aimed to compare the two treatments (iloprost and nitroglycerin [NTG]) applied at the exit of cardiopulmonary bypass in mitral valve patients with PHT who will be operated in our center. Methods: Sixty patients with a mean pulmonary artery pressure (PAP) ≥25 mmHg were randomized to receive postoperative IV iloprost (Group: 1, n=30) or IV NTG (Group: 2, n=30). Basal hemodynamic param-eters (heart rate, systolic blood pressure, central venous pressure, PAP, and pulmonary capillary wedge pressure [Pcwp]) were recorded before and after treatment in both groups (T0). After induction of anesthesia; patients in Group-I were started on Iloprost at 1 ng-1 kg-1 min, and NTG at 0.5–1 µg-1 kg-1 min in patients in Group-II. The same parameters were recorded after cardiopulmonary bypass (T1), postoperative 1st h (T2), postoperative 12th h (T3), and postoperative 24th h (T4).
Results: Mean pulmonary arterial pressure, pulmonary arterial systolic, and diastolic pressure and PcwP were compared and no statistically significant difference was found between the groups at the time of T0 measurement (p>0.05). Statistically significantly lower pressures were found in favor of Iloprost at T1, T2, T3, and T4 measurement periods (p<0.05).
Conclusion: Iloprost and NTG are two effective agents that can treat postoperative PHT in mitral valve surgery. The fact that iloprost causes more specific and significant vasodilation in the pulmonary vascular area, decreases pulmonary vascular resistance without significantly lowering Systemic vascular resistance, and provides significant improvement in Cardiac output and Cardiac index suggest that iloprost is a more effective agent than NTG.

8.
Göğüs Cerrahisi Ameliyatı Geçiren Hastalarda Asetil Salisilik Asidin Tromboz Riski Üzerine Etkisi
Effects of Acetyl Salicylic Acid on the Risk of Thrombosis in Patients Undergoing Thoracic Surgery
Gül Çakmak, Ayten Saraçoğlu, Onur Ermerak, Esra Şirzai, Tunç Laçin, Mustafa Yüksel, Zuhal Aykaç
doi: 10.14744/GKDAD.2022.70894  Sayfalar 241 - 246 (198 kere görüntülendi)
Amaç: Preoperatif dönemde ilaç kesilmesi rebound fenomeni veya tromboz gibi durumlara yol açabilmektedir. Bu çalışmada, göğüs cerrahisinde preoperatif asetil salisilik asidin kesilmesi sonucunda oluşabilecek trombotik komplikasyon insidansının belirlenmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Preoperatif dönemde, operasyondan beş gün önce asetil salisilik asit tedavisi kesilen hastalar ile tedavisi devam ederken opere edilen hastaların demografik verileri, preoperatif ve postoperatif hemoglobin düzeyleri, ameliyat süresi, yoğun bakım ünitesi ve hastanede kalış süresi, perioperatif kan ürünü transfüzyonu ve perioperatif kanama miktarı karşılaştırıldı.
Bulgular: Gözlenen komplikasyonların 11'i pulmoner emboli, üçü yeniden eksplorasyon, biri gastrointestinal kanama ve biri üst ekstremite derin ven trombozu idi. Demografik özellikler, ameliyat süresi, hastanede kalış süresi ve perioperatif kan ürünleri kullanımı açısından gruplar arasında farklılık gözlemlenmedi. Perioperatif kanama miktarı ve yoğun bakımda kalış süresi kesilen grupta anlamlı olarak daha fazlaydı (p<0,005).
Sonuç: Göğüs cerrahisinde asetil salisilik asidin kesilmesi hasta sonuçlarını olumsuz etkileyebilmektedir.
Objectives: Drug withdrawal in the pre-operative period may cause risks such as rebound phenomenon or thrombosis. We aimed to determine the incidence of thrombotic complications that may be associated with the discontinuation of pre-operative aspirin in thoracic surgery.
Methods: A comparison of demographics, pre-operative and post-operative hemoglobin levels, the duration of surgery, the length of intensive care unit (ICU) and hospital stay, perioperative transfusion of blood products, and the amount of perioperative bleeding was conducted between the patients who were administered Aspirin during their treatment and whose use of medication was discontinued 5 days before the surgery in the preoperative period and the patients who underwent surgery while aspirin treatment was going on.
Results: Of the observed complications, 11 were pulmonary embolism while three were re-exploration, one was gastrointestinal bleeding, and one was upper extremity deep vein thrombosis. The demographics, the duration of surgery, the length of hospital stay, and the use of perioperative blood products did not differ between the groups. The amount of perioperative bleeding and the length of ICU stay were significantly greater in group continued (p<0.005).
Conclusion: The discontinuation of aspirin may have a negative effect on patient outcomes in thoracic surgery.

9.
Arteriyovenöz Fistül Cerrahisinde Brakiyal Pleksus Blokunun Doku Oksijenasyonuna Etkisi: Randomize Klinik Çalışma
Effect of Brachial Plexus Block on Tissue Oxygenation in Arteriovenous Fistula Surgery: A Randomized Clinical Trial
Tuğçe Topçam, Mesure Gül Nihan Özden, Cemal Kocaarslan, Hasan Koçoğlu
doi: 10.14744/GKDAD.2022.98216  Sayfalar 247 - 253 (284 kere görüntülendi)
Amaç: Uygulanan anestezi yöntemleri doku kan akımını değiştirmektedir. “Near-Infrared Spectroscopy (NIRS)” doku oksijenasyonunu ve dolaylı olarak kan akışını gösterir. Bu çalışmada, arteriyovenöz fistül ameliyatlarında lokal infiltratif anestezi ve supraklaviküler brakiyal pleksus blokunun doku oksijenasyonu ve fistül açıklığı üzerine etkilerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Yöntem: Arteriyovenöz fistül için ameliyat edilen hastalar iki gruba ayrıldı. Grup L (n=30) hastalarına %5 bupivakain 15 mL lokal infiltratif anestezi uygulanırken, grup B (n=30) hastalarına supraklaviküler bölgede brakiyal pleksus çevresine %0,5 bupivakain 20 mL+%2 lidokain 10 mL uygulandı. Hastaların NIRS ölçümleri her iki elin tenar bölgesinden değerlendirildi. Likert memnuniyet değerlendirme ölçeği ile cerrah ve hasta memnuniyetine bakıldı. Ameliyattan bir ay sonra hastalardan primer patensileri sorgulandı.
Bulgular: Grup B’de fistül açılan elin NIRS ölçümleri, açılmayan elden ve grup L’nin her iki elinden daha yüksek değerlerdeydi. Grup B’de hasta ve cerrah memnuniyeti daha yüksekti. Primer fistül açıklığı gruplar arasında benzerdi.
Sonuç: Arteriyovenöz fistül cerrahisinde NIRS monitörizasyonu ile ölçülen doku oksijenasyonu brakiyal pleksus bloku uygulanan ekstremitede daha yüksekti, ancak birinci ayda değerlendirilen fistül patensi üzerine olumlu etkisi görülmedi.
Objectives: Anesthesia methods have changed tissue blood flow. Near-infrared spectroscopy (NIRS) monitoring shows tissue oxygenation and indirectly blood flow. We aimed to investigate the effects of local infiltrative anesthesia and supraclavicular brachial plexus block on tissue oxygenation and fistula patency in arteriovenous fistula operations.
Methods: Patients operated for arteriovenous fistula were divided into two groups. Group L (n=30) patients received 5% bupivacaine 15 ml local infiltrative anesthesia, while group B (n=30) patients received 0.5% bupivacaine 20 ml + 2% lidocaine 10 ml around the brachial plexus in the supraclavicular region. NIRS measurements of the patients were evaluated from the thenar region of both hands. Surgeon and patient satisfaction were evaluated with the Likert satisfaction rating scale. Patients were questioned for primary patency 1 month after the operation.
Results: NIRS values of the arm with AV fistula were higher compared to values of other arm in group B and values of both arms in group L. Patient and surgeon satisfaction were higher in Group B. Primary fistula patency was similar between groups.
Conclusion: In arteriovenous fistula surgery, tissue oxygenation measured by NIRS monitoring was higher in the extremity with brachial plexus block, but it did not have a positive effect on fistula patency evaluated at 1 month.

10.
ECMO Desteğinde Gelişen Akut Vasküler Komplikasyonlar: Tek Merkezli Retrospektif Çalışma
Acute Vascular Complications Developed on ECMO Support: Single-Center and Retrospective Study
Semih Murat Yücel, Özgür Kömürcü
doi: 10.14744/GKDAD.2022.24861  Sayfalar 254 - 260 (395 kere görüntülendi)
Amaç: Ekstrakorporeal membran oksijenasyonu (ECMO) desteği sıra-sında ciddi akut vasküler komplikasyonlar görülebilir. Çalışmada, ECMO desteği ile takip ettiğimiz hastalarda gelişen akut vasküler komplikasyonlar değerlendirildi.
Yöntem: On sekiz yaş üstü ECMO desteği sağlanan hastalar çalışmaya dahil edildi. Retrospektif veriler incelenerek, gelişen akut vasküler komplikasyonlar, risk faktörleri ve sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya 19 hasta dahil edildi. On yedi hastada veno-arteryel ECMO, iki hastada veno-venöz ECMO desteği sağlandığı görüldü. Yedi (%36,8) hastada akut vasküler komplikasyon gelişti. ECMO kanülasyon tipi ile vasküler komplikasyon gelişimi arasında anlamlı ilişki tespit edildi (p=0,032). Vasküler komplikasyon gelişimini önlemek için uygulanan distal perfüzyon kanülü ya da femoral artere yerleştirilen greftin, vasküler komplikasyon gelişimini (dijital iskemi dahil) azaltmadığı belirlendi.
Sonuç: Periferik ECMO kanülasyonunun, vasküler komplikasyonlar ile ilişkili olduğunu ve bu komplikasyonların önlenebilmesi için prospektif çalışmalara ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Objectives: Serious acute vascular complications may occur during ECMO support. In our study, acute vascular complications that developed in patients followed up with ECMO support were evaluated.
Methods: Patients older than 18 years of age who received ECMO sup-port were included in this study. Acute vascular complications, risk factors, and results were analyzed by evaluating the data retrospectively.
Results: Nineteen patients were included in the study. It was observed that V-A ECMO support was performed in 17 patients and V-V ECMO support was performed in two patients. Acute vascular complications developed in 7 patients (36.8%). A significant correlation was found between the ECMO cannulation type and the development of vascular complications (p=0.032). It was determined that the using of distal perfusion cannula or femoral artery graft to prevent the development of vascular complications did not reduce the development of vascular complications (including digital ischemia).
Conclusion: We think that peripheral ECMO cannulation is associated with vascular complications and prospective studies are needed to prevent these complications.

11.
Ekspiryum Sonu Pozitif Basınç (PEEP) Uygulamasının Oluşturduğu Hemodinamik Değişimlerin ve Mini Sıvı Yükleme Testinin Sıvı Yanıtlılığını Öngörme Etkinliklerinin Değerlendirilmesi
Short-Time Low PEEP Challenge and Mini-Fluid Challenge to Evaluate Fluid Responsiveness in the Operating Room
Taner Abdullah, Hürü Ceren Gökduman, İşbara Alp Enişte, Özal Adıyeke, Esra Saka, Funda Gümüş
doi: 10.14744/GKDAD.2022.04900  Sayfalar 261 - 268 (281 kere görüntülendi)
Amaç: Bu çalışmada, ameliyathanede kalibre edilmemiş arteryel dalga formu analiz cihazı ile sıvı yanıtlılığını tahmin etmek için kısa süreli düşük pozitif ekspirasyon sonu basınç (PEEP) uygulaması (SLPC) ve mini sıvı yükleme testinin (MFC) etkinliklerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntem: Atım hacim indeksi (SVI), nabız basıncı varyasyonu (PPV) ve atım hacmi varyasyonu (SVV), SLPC'den önce (T1), SLPC’nin 30. saniyesinde (T2), SLPC'den üç dakika sonra (T3), 100 mL kristalloid infüzyonu ile MFC'den bir dakika sonra (T4) ve ilave 400 mL kristalloid ile sıvı yüklemesi tamamlandıktan üç dakika sonra (T5) kaydedildi. Sıvı yüklemesinden sonra SVI %15'ten fazla artan hastalar yanıt verenler olarak tanımlandı. PPV ve SVV ile birlikte, SVI'daki SLPC ve MFC'den kaynaklanan yüzde değişiklikleri, sıvı yanıtlılığını tahmin etmek için alıcı işletim karakteristiği eğrisi (ROCAUC) altındaki alan tarafından değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmayı 30 hasta tamamladı. Bunların 14'ü (%47) yanıtlıydı. SLPC, MFC, PPV ve SVV için ROCAUC değerleri sırasıyla 0,92 (%95 GA: 0,76-0,99), 0,94 (%95 GA: 0,79-0,99), 0,68 (%95 GA: 0,49-0,84) ve 0,51 (%95 GA: 0,32-0,70) idi. % GA: 0,49-0,84) ve 0,51 (%95 GA: 0,32-0,70). SLPC ve MFC'nin ROCAUC değerleri karşılaştırılabilirdi (p: 0,73) ve her ikisi de SVV ve PPV'ninkinden istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. Sıvı yanıtlılığını tahmin etmek için SVI yüzde değişiminin en iyi eşik değerleri, SLPC ve MFC için sırasıyla %5,1 ve %6,7 idi.
Sonuç: SLPC sırasında ve MFC'den sonra SVI yüzde değişimi, ameliyathanede sıvı yanıtını PPV ve SVV'den daha iyi tahmin edebilir.
Objectives: We aimed to assess the abilities of short-time low positive end-expiratory pressure challenge (SLPC) and mini-fluid challenge (MFC) to predict fluid responsiveness with the uncalibrated arterial waveform analysis device in the operating room.
Methods: Stroke volume index (SVI), pulse pressure variation (PPV), and stroke volume variation (SVV) were recorded before SLPC (T1) at the end of the 30 s of SLPC (T2), 3 min after SLPC (T3), 1 min after MFC with the infusion of 100 mL of crystalloid (T4), and 3 min after fluid loading was completed with additional 400 mL of crystalloid (T5). Patients whose SVI increased more than 15% after the fluid loading were defined as responders. Along with PPV and SVV, percentage changes in SVI due to SLPC and MFC were evaluated by the area under the receiver operating characteristics curve (ROCAUC) for predicting fluid responsiveness.
Results: Thirty patients completed the study. Fourteen (47%) of them were responders. ROCAUC values of SLPC, MFC, PPV, and SVV were 0.92 (95% CI: 0.76–0.99), 0.94 (95% CI: 0.79–0.99), 0,68 (95% CI: 0.49–0.84), and 0.51 (95% CI: 0.32–0.70), respectively. ROCAUC values of SLPC and MFC were comparable (p= 0.73), and they were both statistical significantly higher than those of SVV and PPV. The best cutoff values of SVI percent-age change to predict fluid responsiveness were 5.1% and 6.7% for SLPC and MFC, respectively.
Conclusion: SVI percentage change during SLPC and after MFC can pre-dict fluid responsiveness better than PPV and SVV in the operating room.

12.
Üçüncü Basamak Yoğun Bakım Ünitelerinde Uzamış Yatışların Analizi
Analysis of Prolonged Hospitalizations in Tertiary Intensive Care Units
Hayriye Cankar Dal, Hasan Oktay Emir, Alper Bayar, Abdulaziz Aysel, Hülya Şirin, Çilem Bayındır Dicle, Cihangir Doğu, Sema Turan
doi: 10.14744/GKDAD.2022.67984  Sayfalar 269 - 275 (646 kere görüntülendi)
Amaç: Çalışmada, sağlık harcamalarında önemli yer tutan yoğun bakımlarda yatış süresi uzamış hastaların özelliklerinin tanımlanması, uygulanan tedavi modalitelerinin tespiti ve hasta sonlanımlarının belirlenmesi amaçlandı.
Yöntem: Tek merkezli, retrospektif ve gözlemsel olarak dizayn edilen çalışmaya, Ankara'da üçüncü basamak bir yoğun bakım ünitesinde 01 Ocak 2021 ile 01 Ocak 2022 tarihleri arasında 30 gün ve üzeri yatışı olan hastalar dahil edildi. Hastaların demografik ve klinik özellikleri, yatış tanıları, mekanik ventilasyon ve diğer uygulanan tedavi modaliteleri, yoğun bakımda kalış süreleri, taburculuk şekilleri ve mortalite oranları kaydedildi.
Bulgular: Çalışma tarihleri arasında 1961 hasta üçüncü basamak yoğun bakımda hastaneye yatırıldı. Otuz gün ve üzeri yoğun bakım yatışı olan 168 hasta değerlendirmeye alındı. Yaş ortalaması 66,93±19,85 yıl idi. Medyan yoğun bakımda yatış süresi 45,00 (30-328) gün, en sık yoğun bakıma kabul nedeni solunum yetmezliği (%38,7) olup mortalite oranı %51,20 olarak saptandı. “Acute Physiology and Chronic Health Evaluation-II” skoru, entübasyon uygulanma oranları, inotrop veya vazopresör destek kullanımı, kan ürünü replasmanı, renal replasman tedavi uygulanma oranları sağ kalan olmayan grupta anlamlı olarak daha yüksek bulundu.
Sonuç: Çalışmada 30 gün ve üzeri yatışı olan hastaların yarısında mortalite geliştiği tespit edildi. Çalışmanın, uzamış yoğun bakım hastalarının özelliklerinin tanımlanması, yatış sürecince kullanılan kaynakların tespiti ve hasta sonlanımlarının belirlenmesi konusunda ileride yapılacak çalışmalara ışık tutacağı, yoğun bakım organizasyonu ve kaynakların etkin kullanımı açısından yol gösterici olabileceği kanısındayız.
Objectives: It is aimed to define the characteristics of patients with pro-longed hospitalization in intensive care units (ICU), which has an important place in health expenditures, to determine the treatment modalities applied, and to determine patient outcomes.
Methods: The single-center, retrospective, and observational study included patients hospitalized for 30 days or more between January 2021 and January 2022 in a tertiary ICU. Demographic and clinical characteristics of the patients, hospitalization diagnoses, mechanical ventilation and other treatment modalities, ICU stay, discharge patterns, and mortality rates were recorded.
Results: Between the study dates, 1961 patients were hospitalized in the tertiary ICU. One hundred and sixty-eight patients with ICU hospitalization for 30 days or more were included in the evaluation. The mean age is 66.93±19.85 years. The median ICU stay was 45.00 (30–328) days, the most common ICU admission etiology was a respiratory failure (38.7%), and the mortality rate was 51.20%. The non-survivor group was shown to have considerably higher rates of APACHE-II score, intubation, use of inotropic or vasopressor support, blood product replacement, and renal replacement therapy.
Conclusion: In our study, in which patients with ICU hospitalization for 30 days or more were evaluated, mortality was found in half of the patients. We believe that our research will shed light on future studies on defining the characteristics of prolonged ICU patients, identifying the resources used during the hospitalization process, and determining patient outcomes and may be a guide in terms of the organization of ICU and effective use of resources.

13.
Sol Anterior Mini Torakotomi Yoluyla Minimal İnvaziv Çok Damar Koroner Arter Baypas Grefti Yapılan Hastalarda Postoperatif Sürekli Pozitif Hava Yolu Basıncı (CPAP) Tedavisi Deneyimi
Post-Operative Continuous Positive Airway Pressure Therapy Experience in Patients Undergoing Minimal Invasive Multivessel Coronary Artery Bypass Grafting Through Left Anterior Mini-Thoracotomy
Hüseyin Sicim, Ali Fedakar
doi: 10.14744/GKDAD.2022.46872  Sayfalar 276 - 281 (237 kere görüntülendi)
Amaç: Minimal invaziv koroner baypas cerrahisi, çift lümenli endotrakeal tüp yardımıyla tek akciğer ventilasyonuna bağlı olarak oluşabilecek pulmoner komplikasyon riskini ortaya çıkarabilir. Çalışmada, klinik tecrübe olarak postoperatif sürekli pozitif hava yolu basıncı (CPAP) uygulamasının sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır.
Yöntem: Çalışmada, kliniğimizde sol anterior torakotomi ile minimal invaziv çok damarlı baypas operasyonu uygulanan ve postoperatif dönemde CPAP tedavisi uygulanan toplam 24 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların 16'sı erkek, 8'i kadındı. Yaş aralıkları 46 ile 78 yıl arasında olup ortalama yaş 61,2±24 yıl idi. Hastalar atelektazi, plevral efüzyon, pnömoni, parsiyel oksijen basıncı düşüşü ve künt kostodiyafragmatik sinüs gibi pulmoner komplikasyonlar açısından değerlendirildi.
Bulgular: Ameliyat sonrası erken dönemde akciğer grafisinde atelektazi alanları olan iki hastamızda CPAP sonrası taburculuk aşamasında herhangi bir müdahaleye gerek kalmadan sinüs kostodiyafragmatikusun (SKD) hafif küntleşmesi ile düzelme görüldü. Postoperatif dönemde pnömoni tablosu gelişmedi. Satürasyonu düşük ve parsiyel oksijen basıncı olan iki hastamız CPAP desteği sonrası oda havasında yeterli oksijen değerlerine ulaştı. Hiçbir hastada torasentez gerektiren plevral efüzyon saptanmadı. Genel olarak, farklı bir komplikasyon gözlenmedi. Postoperatif dönemde hastalarımız 5-7 gün arasında taburcu edildi.
Sonuç: Minimal invaziv koroner revaskülarizasyon giderek daha popüler hale gelen bir yöntemdir. Ancak yöntemin teknik zorlukları ve tek akciğer ventilasyonu ile artan riskler vardır. Mortalite ve morbiditede önemli rol oynayan pulmoner komplikasyonlar özellikle önemlidir. Kendi klinik tecrübelerimiz olarak postoperatif CPAP uygulamasının faydalı olduğunu gözlemledik.
Objectives: Minimally invasive coronary bypass surgery may reveal the risk of pulmonary complications that may occur due to single lung ventilation with the aid of a dual lumen endotracheal tube. In our study, we aimed to present the results of post-operative CPAP treatment in this technique as our own clinical experience.
Methods: In our study, a total of 24 patients who underwent minimally invasive multivessel bypass operation with left anterior thoracotomy in our clinic and who were treated with CPAP in the post-operative period were retrospectively analyzed. Sixteen of the patients were male and eight were female. The age ranges were 46–78 years, with a mean age of 61.2±24 years. The patients were evaluated in terms of pulmonary complications such as atelectasis, pleural effusion, pneumonia, partial oxygen pressure decrease, and blunt costodiaphragmatic sinus.
Results: Two of our patients, who had atelectasis areas in the chest X-ray in the early post-operative period, showed improvement with mild blunting of sinus costodiaphragmaticus, without the need for any intervention at the discharge stage after CPAP. Two of our patients with low saturation and partial oxygen pressure achieved sufficient oxygen values in room air after CPAP support. Pleural effusion requiring thoracentesis was not detected in any patient. In general, no different complications were ob-served. In the post-operative period, our patients were discharged be-tween 5 and 7 days.
Conclusion: However, there are technical difficulties of the method and risks increased by one-lung ventilation. Pulmonary complications, which play an important role in mortality and morbidity, are especially important. In our own clinical experience, we have observed that postoperative CPAP application is beneficial.

14.
Yoğun Bakım Ünitesine Erken Dönemde Yeniden Yatış Nedenlerinin Retrospektif Analizi
Retrospective Analysis of Reasons for Early Readmission to the Intensive Care Unit
Ahmet Sari, Esra Karatay Sözüer
doi: 10.14744/GKDAD.2022.57625  Sayfalar 282 - 287 (147 kere görüntülendi)
Amaç: Yoğun bakım ünitesine (YBÜ) yeniden yapılan yatış, daha uzun hastanede kalış süresi, daha yüksek mortalite ve artan sağlık harcamaları gibi olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. YBÜ taburcu kararlarının son derece öznel doğasının yanı sıra klinik kaynaklardaki kısıtlamalar ve yoğun bakıma ihtiyaç duyan tüm hastaları kabul etmek için yetersiz yatak sayısı bazı hastaların YBÜ'den erken taburcu edilmesine ve bu hastaların da yeniden yatışlarına neden olabilmektedir.
Yöntem: Çalışma için hastanemiz yerel etik kurulundan onay alındıktan sonra 2019 ve 2020 yıllarında yoğun bakıma yatan hastaların dosyaları retrospektif olarak incelenerek veriler toplandı.
Bulgular: 2020 yılında YBÜ yatak oranı (%6,9 [n=43]), 2019 yılından (%3,4 [n=21]) daha yüksekti. Her iki yıl için toplam 57 hasta yeniden YBÜ’ye yattı. 2019 yılındaki yeniden yatış oranı (%70,2 [n=40]), 2020 yılından (%29,8 [n=17]) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti. 2019 yılında yeniden yoğun bakıma yatan hastalardaki mortalite oranı (%47,5), yoğun bakım mortalite oranından (%31,5) istatistiksel olarak anlamlı düzeyde yüksekti. 2020 yılında anlamlı bir farklılık tespit edilmedi. Her iki yıl için de yeniden yatışlardaki mortalite oranı normal yoğun bakım mortalite oranından yüksek olmakla beraber aralarında istatistiksel olarak fark yoktu. Her iki yıl için de en sık yeniden yatış nedeni akut solunum yetmezliği olup en sık yatış, genel cerrahi ve dahiliye servislerinden oldu.
Sonuç: YBÜ’nün kritik hastalara bakmak için kapasitesinin aşırı yüklenmesi, hekimin karar vermesini etkileyebilir ve hastaların YBÜ’den erken taburcu edilmesine neden olabilir. YBÜ’den taburcu edilen hastaların, yeniden yatış için her zaman potansiyelleri vardır. YBÜ’ye yeniden yatış ilk kabulden çok daha yüksek mortalite oranları ile ilişkilidir. YBÜ’ye geri kabul oranlarını azaltmadaki önemli nokta, riskli hastaları tanımak ve servis bakım düzeylerini yükseltmektir.
Objectives: Readmission to intensive care unit (ICU) is associated with longer hospital stays, higher mortality, and increased health-care costs. In addition to the highly subjective nature of ICU discharge decisions, constraints in clinical resources and insufficient beds to admit all ICU patients may result in some patients being discharged from the ICU prematurely and readmitted.
Methods: After obtaining approval from the local ethics committee of our hospital for our study, the files of ICU patients in 2019 and 2020 were retrospectively studied and data collected.
Results: In 2020, the ICU bed rate was 43 (6.9%), 21 (3.4%) higher than in 2019. A total of 57 patients were readmitted per year. The readmission rate in 2019 was 40 (70.2%), 17 (29.8%) statistically significantly higher than in 2020. In 2019, mortality rate in readmitted patients (47.5%) was statistically significantly higher than ICU mortality rate (31.5%). No significant difference was found in 2020. Although mortality rates in readmissions in both years were higher than normal ICU mortality rate, there was no statistical difference between them. The most common reason for readmission in both years was acute respiratory failure and the most frequent readmissions were from general surgery and internal medicine wards.
Conclusion: Overloading ICU capacity to treat critically ill patients can affect physician decision-making, leading to early discharge. Patients discharged from ICU always have the possibility for readmission. ICU readmissions are associated with much higher mortality rates than initial admission. Identifying high-risk patients and better ward care are key to reducing ICU readmission.

15.
Yoğun Bakım Ünitelerinde COVID-19 Hastalarının Mortalitesini Öngörmek İçin Prognostik Beslenme İndeksini Kullanmak Mümkün mü?
Is It Possible to Use Prognostic Nutrition Index to Predict Mortality of ICU COVID-19 Patients?
Gülsen Keskin, Hakan Dayanır, Melis Sumak Hazır, Nuri Cihan Narlı, Jülide Ergil, Melike Kaya Bahçecitapar
doi: 10.14744/GKDAD.2022.30633  Sayfalar 288 - 293 (205 kere görüntülendi)
Amaç: Bağışıklık ve inflamatuvar durumun ortak belirteci olan prognostik beslenme indeksi (PNI), “serum albumini (g/L)+5×lenfosit sayısı (109/L)” formülü ile hesaplanır. PNI düşüklüğü hastaların kötü prognozuna işaret edebilir. Koronavirüs hastalığı (COVID-19) olan hastalarla yapılan çalışmalarda da düşük serum albumin düzeylerinin artmış mortalite ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Bu çalışmada, PNI skorlarının yoğun bakım ünitelerinde yatan COVID-19 hastalarının mortalitesini takip etme etkinliği araştırılmaktır.
Yöntem: Tek merkezli ve retrospektif olarak yapılan bu çalışmaya yoğun bakımda tedavi edilmiş 391 COVID-19 hastası dahil edildi. Hastaların demografik verileri, komorbiditeleri, toraks bilgisayarlı tomografi değerlendirmeleri, polimeraz zincir reaksiyonu sonuçları, yatış süreleri ve laboratuvar değerleri kaydedildi.
Bulgular: Çalışmada 306 hastanın verileri değerlendirildi. İleri yaş (>65 yaş), hipertansiyon ve kalp hastalığı risk faktörü olarak anlamlı bulundu. APACHE II skorlarının yüksekliği artmış mortalite ile ilişkili değerlendirildi. Prokalsitonin, kreatinin, aspartat aminotransferaz, laktat dehidrogenaz, beyaz küre, D-dimer, ferritin, fibrinojen, beyin natriüretik peptidi (BNP) ve C-re-aktif protein (CRP) yüksekliği artmış mortalite ile ilişkilendirildi. PNI skorlarının düşüklüğü mortalite açısından prognostik faktör olarak değerlendirildi.
Sonuç: Düşük PNI skorları, yoğun bakımdaki hastalarda mortalite ve kalış süresinin arttığını gösterir. PNI skorları, COVID-19 hastalarının prognozunu tahmin etmede faydalı olabilir.
Objectives: The prognostic nutrition index (PNI), as an indicator of inflammation and immunity, is calculated by “serum albumin (g/L)+5×lymphocyte count (109/L).” A lower PNI could determine a poor prognosis. Recent publications showed that lower albumin levels are correlated with an increased mortality to the coronavirus disease 2019 (COVID-19). This research aimed to determine the PNIs predictive value of mortality at intensive care units (ICUs) in patients with COVID-19.
Methods: In this retrospective one-centered research, 391 patients with COVID-19 followed up at ICU included in the study. Demographic data, comorbidities, thorax computed tomography, polymerase chain reaction results, length of stay, and laboratory results were collected and statistically analyzed.
Results: Data from 306 patients were analyzed. Older age (>65-years-old), hypertension, and cardiac diseases were found to be risk factors. Higher Acute Physiologic Assessment and Chronic Health Evaluation II scores were associated with increased mortality. Increased procalcitonin, creatinine, aspartate aminotransferases, lactate dehydrogenases, white blood cell count, D-dimer, fibrinogen, ferritin, brain-natriüretic peptide, and calcitonin-related peptide were related to mortality. Lower PNI scores were noted as indicators of mortality and prognosis.
Conclusion: Lower PNI scores indicate increased mortality and the length of stay in patients in the ICU. PNI scores could be useful in predicting the prognosis of patients with COVID-19.

LookUs & Online Makale